Elbette bilimkurgu da bir çeşit zihin oyunudur ve sadece olanı değil, olabilecek olanı da tasvir eder.
Tıpkı matematik gibi…
Soyut matematik, bilimkurgu yazarlarına ara sıra konu olmuştur. Topoloji ve geometrinin yüksek boyutları birçok maceraya sahne oldu. Bilimkurgu yazarları arasında matematikçilerin sayısı hiç de az değildir. Bunlar arasında Lewis Carroll, Arthur C. Clarke, Paul Davies, A. K. Dewdney, Ralph Milne Farley, Martin Gardner, Norman Kagan, Johannes Kepler, Donald Kigsburry, Homer Nearing, Larry Niven, Esther Rochon, Rudy Rucker, Bertrand Russell, Ian Stewart, Boris Strugatski, John Taine, Vernor Vinge, C. H. Hinton ve David Zindell’i sayabiliriz.
Matematiksel fikirlerin bilimkurguda kullanımını tartışırken dikkatli olmamız gerekir. Esasında bu tür eserler fiziksel gerçeklerden en az fantezi eserler kadar uzaklaşabilirler. Ama fantezileri incelerken uyguladığımız kriterleri bilimkurgu eserlerine uygulayamayız; çünkü bilimkurgu eserleri son tahlilde bilimsel gerçeklerle tutarlı bir evren görüntüsü oluşturmaya çalışırlar.
Boyutlar
Örnek olarak E. A. Abbott’un Düzülke’sini (Flatland, 1884) gösterebiliriz. Yazıldığı dönemde matematikte çok boyutlu uzaylar gündemdeydi. Üç boyutlu yaratıklar olarak biz insanlar dördüncü boyutu kavramakta ne denli yetersizsek, Düzülke’nin sakinleri de üçüncü boyutu kavramakta o denli acizdiler. Abbot mükemmel bir tasarımla çıkmıştı karşımıza. Sonradan dördüncü boyut konusunu ele almak isteyen bütün yazarlar Abbot’un yöntemini kullandılar. Düzülke’nin fiziksel gerçeklikle pek alakası yoktur. Yaşayan ve düşünebilen iki boyutlu şekiller (doğru, üçgen ve çokgenler) olan Düzülke sakinleri, üç boyutlu bir küre ülkelerini ziyaret edince şaşkınlığa uğrarlar. Kitap sinemaya da birkaç kez uyarlanmıştır. (Önemli uyarlamalar: 1965’de Eric Martin tarafından kısa metraj ve 2007’de de Ladd Ehlinger Jr. tarafından uzun metraj olarak.)
Tesserakt denen dört boyutlu küpün isim babası olan matematikçi ve bilimkurgu yazarı C. H. Hinton sonradan Abbot’un fikirlerini geliştirerek Bilimsel Romanslar (Scientific Romance, 1886) ve Bilimsel Romanslar: İkinci Seri (Scientific Romances: Second Series, 1902) adlı eserlerini yazmıştır. Bunlara ek olarak Hinton, Düzülke’nin devamını da yazdı: Bir Düzülke Öyküsü (An Episode of Flatland, 1907). Benzeri bir yapıt Dionys Burger tarafından Küreülke(Bolland, 1965) adıyla Einstein’in eğri uzayla ilgili görüşlerini açıklamak amacıyla kaleme alındı. Farkı yazarlar tarafından Düzülke evreninde geçen birçok başka eser de yazılmıştır. Greg Bear tarafından yazılan Teğetler (Tangents, 1986) adlı öyküde üst boyuttan varlıklar üç boyutlu uzayı istila ederler. Benzeri bir tema Miles J. Breuer’in Esir Düşmüş Kesitler (The Captured Cross-Section, 1929) adlı öyküsünde de ele alınmıştır. Bu öyküde kız arkadaşı üst boyuttan yaratıklara esir düşen bir bilim adamı, bu varlıklarla iletişim kurabilmek için üç boyutlu “kesitler” inşa eder. Fikri anlamak için şunu düşünmek yeterli olacaktır: Nasıl ki üç boyutlu bir cismin kesitleri iki boyutlu şekiller ise, yüksek boyutlu bir varlığın kesitleri de üç boyutlu cisimler olacaktır.
Topoloji
Dördüncü ve daha yüksek boyutları ele alan eserler arasından ikisi özel incelemeyi hak ediyor. H. G. Wells’in yazdığı Plattner’in Öyküsü (The Plattner Story, 1896) topolojideki bir özelliğe dayanır: Üç boyutlu bir cisim dördüncü boyutta çeyrek tur döndürülürse, kendi kendinin ayna görüntüsü haline gelir. (Öyküde Gottfried Plattner’in başına gelen de budur. Mesela kalbi sağ taraftadır.) Eleştirmenlerden biri bu öykünün hem bilimsel hem de matematiksel olarak imkânsız olduğunu söylemiştir. Oysa matematik açısından öykü hatasızdı. Bir başka örnek de Robert A. Heinlein’in Ve Kendine Çarpık Bir Ev Yaptı (And He Built a Crooked House, 1941) adlı öyküsüdür. Öyküde birbirine bitişik küp biçiminde sekiz odası olan bir ev tasvir edilir. Odalar gerçekte dört boyutlu bir küpün (teserakt) yüzlerine yerleştirilmiştir. Öykü güya gerçek dünyada geçer, ama Heinlein’in amacı böyle bir şeyin var olabileceğine bizi inandırmak değil, matematiksel bir paradoksu somutlaştırmaktır. Heinlein evin ayrıntılarını anlatırken matematiksel doğruluğa çok önem vermiştir. Böyle bir ev gerçekten de şaşırtıcı özelliklere sahip olurdu. Hatta Heinlein’in anlattığından bile garip özelliklere sahip olurdu. Heinlein, bu nesnenin matematiksel tuhaflığını tam olarak kavrayamamıştı bile.
Tasarladıkları uzayın olağanüstü ve şaşırtıcı özelliklerini anlatan yazarlardan pek azı matematiksel doğruluk için Heinlein kadar titizlenmiştir. Birçok öykünün sonunda okuyucuyu şok etmek için topolojik bir sürpriz yer almaktadır. Örnek olarak David I. Masson’un Yolcunun Molası (Traveller’s Rest, 1965) adlı öyküsüne bakınız. Öyküde dilin kullanımı ve zamanın algılanış biçimi uzayın topolojisine göre (yani kişinin uzaydaki konumuna göre) farklılaşır. Arthur C. Clarke’ın Karanlığın Duvarı (The Wall of Darkness, 1949) adlı öyküsünde de benzer bir konu işlenmiştir. Christopher Priest’in İçi Dışına Çıkmış Dünya (Inverted World, 1974) adlı öyküsünde kahramanlar yaşadıkları hiperboloit biçimindeki dünyada bulundukları konuma göre farklı deneyimler yaşarlar. Bazı yazarlar da topolojinin garipliklerini istismar ederek, onu her türlü tuhaf olayın nedeni olarak gösterdiler: A. J. Deutsch’un Möbius Metrosu(A Subway Nabed Möbius, 1950) adlı öyküsünde arap saçına dönmüş bir metro ağı anlatılır. Trenler birden ortadan kaybolmakta, başka bir istasyonda belirmektedirler. Ama bunun matematiksel temelinin ne olduğu açıklanmamıştır. Bizden istasyonun topolojisini olduğu gibi kabul etmemiz beklenir.
Nümeroloji
Bir tür sahte bilim olan nümeroloji de bilimkurguya büyü ve sihri sokmanın bir yolu olarak kimi yazarlarca istismar edildi. John Rankine ismiyle yazan Douglas R. Mason’un Altının Küpü Artı Bir (Six Cubed Plus One, 1966) adlı öyküsünde sayılara sihirli güçler atfedildi. Hatta L. Sprague de Camp ve Fletcher Pratt tarafından yazılan Eksik Büyüler (The Incomplete Enchanter, 1940) adlı öyküde matematik teoremleri fantastik diyarlara yolculuk etmeye yarayan sihirli sözcükler olarak kullanıldı. Bu tür umursamaz ve gayrı ciddi tutumlara bilimkurguda zaman zaman rastlanmaktadır.
Sonsuzluklar
Tıpkı topoloji gibi, doğaüstü sayılar da yazarları her zaman kendine çekmiştir. Bilinmeyenin cazibesi, paradoksun şaplağı, sonsuzluğun skandalları yazarların sevdiği şeyler arasındadır çünkü. Doğaüstü sayıların tuhaflıklarını malzeme olarak kullansalar da pek azı basit şaşırtmacaların ötesine geçerek konuyu gerçekten kavrayabildi. Kendini bu doğaüstü aritmetiğin cazibesine kaptıranlardan biri olan James Blish, Bilginize (FYI, 1953) adlı öyküsünde evrende neden doğaüstü sayılar bulunmadığı sorusuna yanıt olarak insanlığın bu sayılara henüz hazır olmadığı düşüncesini ileri sürer. Ancak, bu durum değişmiştir ve evren doğaüstü sayıları da içerecek şekilde kendini yeniden oluşturmaktadır. Yeni evrende omega’nın (ω) önemli bir görevi vardır. (Omega, doğaüstü sayıların ilkidir.)
Kendisi de bir matematikçi olan Rudy Rucker’in Beyaz Işık, ya da Cantor’un Süreklilik Problemi Nedir? (White Light, or What is Cantor’s Continuum Problem?, 1980) adlı kitabında sonsuzların dağına tırmanmak gibi imkansız bir işi başarmaya çalışan kahramanımız, Alef-sıfır(sayılabilen sonsuz kümelerin kardinalitesi ya da sonsuz büyüklükteki tam sayılardan ilki) ve C(gerçek sayılar kümesinin kardinalitesi) gibi önemli zirvelerden geçmeyi başarır ama epsilon-sıfırda (kendisinden yüksek bir sonsuzluk derecesinin bulunamadığı son nokta) artık aşılamayan nihai bir engelle karşılaşır. Bu eserinde Rucker okuyucusunu sonsuz kümeler teorisinin derinlikleri ve matematiğin diğer şaşırtıcı kavramlarıyla tanıştırır. Eserin alt yapısındaki matematiği daha iyi anlamak için aynı yazarın kurgu dışı Sonsuzluk ve Akıl: Sonsuzluğun Bilim ve Felsefesi (Infinity and the Mind: The Science and Philosophy of the Infinite, 1982) adlı kitabını, ardından Douglas Hofstadter’in Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik’ini (Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, 1979) okumak gerekir.
İstatistik
Bilimkurguya malzeme sağlayan başka matematik dalları istatistik ve mantıktır. Ancak, her ikisi de yanlış anlaşılmalara açık olduğundan birçok bilimkurgu öyküsü bu tuzağa düşmüştür. Russell Maloney’in Bükülmez Mantık (Inflexible Logic, 1940) adlı öyküsünde sık kullanılan bir düşünce deneyine yer verildi: Daktilonun tuşlarına rastgele basarak başyapıtlar yaratan maymunlar! William Tenn’in Null-P (1951) adlı öyküsünde her yönden tam anlamıyla “normal” olan bir adam keşfedilir ve “ideal” insan olarak alkışlanır; Jack C. Haldeman’ın Çok İyi Bir Yıl(A Very Good Year, 1984) öyküsünde bir yıl boyunca kimse ölmez ancak sonraki yıl istatistik intikamını alacaktır. (Merkezi Limit Teoremi’nin genellikle yanlış anlaşıldığını söylemiştik.)Robert M. Coates de Yasa (The Law, 1974) adlı öyküsünde aynı hatayı yapar. Hikâyede ortalamalar yasasının çökmesi sonucu yaşanan büyük kargaşa anlatılır. Mesela bir gün herkes aynı köprüden geçmeye kalkar vs. Bu karışıklığı gidermek ve insanların yine normal şekilde davranmalarını sağlamak için aynı yasa kanun olarak dayatılır. İşin acıklı tarafı matematikte böyle bir yasanın var olmamasıdır. Daha doğrusu Büyük Sayılar Yasası’nın halk tarafından yanlış anlaşılmasının adıdır ‘ortalamalar yasası’, yani bir halk uydurmasıdır.
Büyük Sayılar Yasası, çok uzun vadede ortalama değerin baskın çıkacağını söyleyen yasadır. Kısa vadede doğadan herhangi bir telafi beklenmez. Mesela attığımız zarların içinde defalarca üst üste 6 gelmesi gerçekte hiçbir şey ifade etmez. Oysa sıradan insanlar az sayıda deneyin sonucuna bakarak ya 6’nın şanslı bir sayı olduğuna ya da evrenin fazla gelen 6’ları dengelemek isteyeceğine inanırlar ki böyle bir durum söz konusu değildir. Ancak gerçekten büyük sayıda tekrardan sonra zarda gelen sayıların ortalamasının 3,5’a yaklaşacağını söyleyebiliriz sadece, hepsi budur. Robert A. Heinlein’in Jackpot Yılı (The Year of the Jackpot, 1952) adlı öyküsünde döngüler halinde ilerleyen insanlık tarihi sonunda bütün felaketlerin yığıldığı, bütün döngülerin kesiştiği bir noktaya ulaşır. Öykünün iki kahramanı bu dar boğazdan kaçmaya çalışırlar. Muhtemelen istatistik biliminin kullanıldığı en ünlü ve belki de en inandırıcı yapıt Isaac Asimov’un Vakıf (Foundation) serisidir. Eserde istatistik hesaba dayanan psikotarih adlı bir bilim sayesinde gelecek hesap edilebilmektedir. Tom Stoppard’ın Rosencrantz ve Guildenstern Öldüler (Rosencrantz and Guildenstern are Dead, 1966) adlı öyküsünde 89 kez üst üste tura gelmesiyle istatistiğin çöküşü anlatılır.
Paradoks ve Bilmeceler
Mantıksal paradokslar bilimkurgu için her zaman iyi bir malzeme olmuş, hatta yapay zekâyı alt etmenin klişe yöntemi haline gelmiştir. Gordon R. Dickson’un Maymun Kıskacı (The Monkey Wrench, 1951) adlı öyküsünde yarattığı yapay zekâya aşırı güvenen bir bilgisayar mühendisini alt etmek için Epimenides Paradoksu olarak bilinen ve “Bütün Giritliler yalancıdır” şeklinde ifade edilen paradoks kullanılır. (Epimenides’in kendisi de Giritli olduğu için kendisinin de yalancı olduğunu söylemiş oluyor; ama eğer Epimenides yalan söylüyorsa o halde bütün Giritlilerin yalan söylediği de yalandır, dolayısıyla Epimenides doğruyu söylüyor. Bu böyle sürüp gider.) Kimi yazarlar ise bu klişeyi tersine çevirdiler. Frederick Pohl tarafından yazılan öykülerde, özellikle de Şematik Adam (The Schematik Man, 1969) adlı öyküde, kendini bilgisayar kodu olarak yeniden yaratan bir adam anlatılır. Öyküde ayrıca gerçek Dünya’yı matematiksel modelinden ayıran şeyin ne olduğu da sorgulanmaktadır.
Mantıksal paradokslar Lewis Carroll’un uzmanlık alanına girer. Karmaşık Bir Masal (A Tangled Tale, 1886) ve Mantık Oyunu (The Game of Logic, 1887) adlı eserlerinde bilmece ve paradokslar yoluyla mantık dersi verilir—bu arada Alice serisini de unutmamak gerekir. Daha yakın bir zamandan örnek vermek gerekirse, Scientific American ve Asimov’s Science Fiction gibi dergilerde bilmece sütunlarını yazan Martin Gardner’in öyküleri gösterilebilir. Öyküler Bilimkurgu Bilmeceleri (Science Fiction Puzzle Tales, 1981) ve Başka Dünyalardan Bilmeceler(Puzzles from Other Worlds, 1984) adlı kitaplarda toplu olarak yayınlanmıştır. Gardner’in geleneğini sürdürenler arasında A. K. Dewdney, Douglas Hofstadter ve Ian Stewart gösterilebilir. (Bizde de Emrehan Halıcı iyi bir örnektir.)
Formüller ve Matematiksel Jargon
Matematiğe odaklanmayan bilimkurguda bile ara sıra matematiksel ifade, formül ve atıflar görebilmekteyiz. Bazı bilimkurgu yazarları matematiksel formülleri yarattıkları bir karakteri daha zeki göstermek amacıyla kullanabilirler. Matematik jargonunun süs olarak kullanıldığına da şahit oluyoruz. Fred Hoyle’un Kara Bulut (The Black Cloud, 1957) adlı öyküsünde yer alan dipnotlarda ciddi matematiksel formül ve hesaplar vardır. (Belli ki okuyucunun ilgisini çekmek için oraya konmuşlardır.) Hoyle ayrıca Beşinci Gezegen (Fifth Planet, 1963) adlı eserinde hayal ettiği bir yapıyı daha olası göstermek için matematiksel açıklamalara başvurmuştur.
Başka örnekler, David Duncan’ın Occam’ın Usturası (Occam’s Razor, 1957) adlı eserinde yer alan değişkenler hesabı (calculus) ile ilgili açıklamaları ve Miles J. Breuer’in Gostak ve Doşler(The Gostak and the Doshes, 1930) adlı öyküsünde koordinat sistemi ve görelilik kuramı hakkında verdiği bilgilerdir. Her iki eserde de anlatılan öykülerin matematikle pek ilgisi yoktur. Her ne kadar bilimkurgu olmasa da Leslie Charteris’in Yüzdelikler Oyuncusu (The Percentage Player, 1959) adlı öyküsünde aksiyon kahramanı, kendisinden pek de beklenmeyecek şekilde eline kalem kâğıdı alarak olasılık kuramının nasıl yanlış anlaşıldığını göstermeye kalkışır.
Robert Heinlein’in Uyumsuz (Misfit, 1939) adlı öyküsündeki matematik dâhisi Libby becerikli olduğunu kanıtlamış olsa da, tür bilimkurgusundaki (janr) matematikçiler genellikle dalgın, karizmatik olmayan ve aklı bir karış havada tipler olarak resmedilirler. İşin ilginç tarafı matematikçiler arasında bilimkurgunun popüler olmasıdır. Bu nedenle bu çarpık imajın tamiri yönünde bazı çabalar olmasına şaşmamalı…
Bunu özellikle Norman Kagan’ın eserlerinde görebiliyoruz. Kagan’ın kahramanları genelde maskara, hiperaktif ve ukala matematik öğrencileri olsalar da gerçeğe yakın portrelerdir. İnsanın aklına kaos hakkında söyledikleri hepimizin zihnine kazınmış olan (“Hayat bir yolunu bulur!”)Jurassic Park’taki matematikçi Dr. Ian Malcolm geliyor.
Kagan’ın öyküleri matematiğin dallarını bilimkurguyla çok iyi buluşturmuştur. İmkansızlığın Dört Markası (Four Brands of Impossible, 1964) adlı öyküsünde dünyayı tanımlamak için farklı bir mantık kullanmış; Matenatlar’da (The Mathenauts, 1964) farklı türden matematiksel uzaylara yolculukları bir araya getirmiştir. (Bu yolculuklar elbette matematik çalışmasının insana hissettirdiği duyguların analojileridir.) Bilimkurgu edebiyatının en önemli matematikçi karakteri elbette ki Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler (Dispossessed, 1974) adlı başyapıtındaki Shevek’tir. Shevek’in çalışmaları Ansible denen ve yıldızlar arasında ışıktan hızlı iletişim kurulmasını sağlayan hayali cihazının temelini oluşturmuştur.
Başka bir ilginç matematikçi karakter ise kendisi de bir matematikçi olan William F. Orr’un yazdığı Yalnız Öklit (Euclid Alone, 1975) adlı öyküdür. Öyküde bir öğrencisi tarafından Öklit aksiyomlarından birinin yanlışlığı kanıtlanır. Öğretmen, bu buluşun yayınlanıp yayınlanmaması konusunda ikileme düşer; çünkü eğer buluş yayınlanırsa, bilim dünyasına yıldırım düşmüş gibi olacaktır. Gelgelelim bir matematikçinin bakış açısından bakıldığında, zaten aksiyomlar kanıtlanmadan doğru kabul edilen önermelerdir ve Öklit’in beşinci aksiyomu zaten değiştirilmiş, bilim dünyası bir süre kabullenemese de değiştirilmiş aksiyomlarla gayet tutarlı yeni bir geometrinin doğabileceği anlaşılmıştır. Hatta gerçek uzayı Öklit’in düz geometrisi yerine bu değiştirilmiş eğri geometrilerin daha iyi tanımlayabileceği görülmüştür.
Yazar, belki de bu tarihsel gelişim sürecini tek bir öyküde anlatmak istemiş olabilir. Orr’un bu öyküsü yukarıda sözünü ettiğimiz Rudy Rucker tarafından editörlüğü yapılan The Mathenauts (1987) adlı antolojide yer almıştır. İçinde matematiksel öykülerin yer aldığı iki antoloji daha vardır. Artık klasikleşmiş olan, Clifton Fadiman editörlüğündeki Fantasia Mathematica (1958) ve The Mathematical Magpie. (1962). Ted Chiang’ın Sıfıra Bölmek (Division by Zero, 1991) adlı öyküsünde kahramanımız matematiğin kendisiyle tutarsız, yani anlamsız olduğunu dehşetle keşfeder. Greg Egan’ın Aydınlık (Luminous, 1995) adlı öyküsünde bir süper bilgisayar, keşfettiği özel sayılardan oluşan bir kümenin başka tür bir matematiğin geçerli olduğu paralel bir dünyaya açıldığını fark eder. Öykünün devamı olan Karanlık Tamsayılar (Dark Integers, 2007) adlı öyküde ise iki dünya arasındaki çatışma kuramsal olmaktan da öteye geçmiştir.
İletişim Dili Olarak Matematik
Matematik kurgusal eserlere ilginç şekillerde sızmıştır. Uzaylılarla teması ele alan öykülerde matematikten evrensel bir dil olarak, iletişim amacıyla yararlanılır. Örnek olarak Kim Stanley Robinson’un Beyazın Hatırası’ndaki (The Memory of Whiteness, 1985) matematiksel harmoniler; Carl Sagan’ın Mesaj’ındaki (Contact, 1985) pi sayısının basamaklarına gizlenmiş kozmik mesaj; benzer biçimde John T. Sladek’in The Müller-Fokker Etkisi’ndeki (The Müller-Fokker Effect, 1970) yine pi’nin basamakları arasına gizlenmiş olan komünistlerin ABD’yi yok etme planı; ve Arthur C. Clarke’ın Büyük Kıyıdan Gelen Hayalet’inde (The Ghost from the Grand Banks, 1990)Mandelbrot kümesi ve fraktallar üzerine yazdıkları örnek olarak gösterilebilir. (Fraktallar sonradan bir bilimkurgu klişesine dönüşmüştür.) Greg Egan’ın Yalan Uzayında Dengesiz Yörüngeler (Unstable Orbits in the Space of Lies, 1992) adlı eseri durmaksızın hareket eden göçmenlere dönüşmüş insanları anlatır. İnsan hareketlerinin karmaşık uzaydaki görüntü kümesi, garip çeker denen fraktal bir yapıya benzemektedir.
Matematik kavramları bilimkurguya en iyi yansıtan ve her ikisi de matematikçi olan yazarlar Rudy Rucker ve David Zindell’dir. Rucker’inkiler matematiksel kavramlardan yola çıkmış öyküler olmaktan öte; bizzat matematiksel kavramların öyküleşmiş halleridir. Yazar, büyük bir macera ve mizah duygusuyla, insan zekâsının en yüksek eseri diyebileceğimiz matematik uğraşının heyecanı ile almıştır kalemi eline. Yaşamın ötesindeki fiziksel bir gerçeklik olarak Hilbert uzayı, sonsuz-ötesi sayılar ve benzeri kavramların işlendiği bir öykü olan Beyaz Işık, ya da Cantor’un Süreklilik Problemi Nedir? gibi başyapıtlara ek olarak, Cinsellik Küresi (1983) ve Hayatın Sırrı(The Secret of Life, 1985) gibi eserleri de kaleme almıştır. Zendell’in Neverness (1988) adlı romanı matematiğin romantik yanına gönderme yapar. Eserde uzay yolculuğu için gereken hesapları yapabilen matematikçiler, bir çeşit kast sistemi oluşturmuşlar ve evreni dolaşmaktadırlar. Bir teoremi ispatlamak bir yarışı kazanmaktır. Eser, matematikle hiç ilgisi olmayan okuyuculara bile, matematik yapmanın insana verdiği gizemli hazzı tattırabilmektedir.
Naçizane kendim de bir matematikçi ve bilimkurgu öykücüsü olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki matematiğin insana verdiği haz oldukça fazladır. Matematiğin ne olduğunu ilk kez kavradığım anı paylaşmak istiyorum. Üniversitenin ikinci sınıfında aldığım ileri cebir dersinde, dönemin sonunda hoca tahtaya bir ispat yazdı.
“Pi sayısı rasyonel katsayılı hiçbir polinomun kökü olamaz.”
Tahtaya yazılan işte bunun ispatıydı. Bir anda bunun iki bin yıl insanları uğraştıran bir bilmecenin çözümü olduğunu kavradım.
“Pergel ve ölçüsüz cetvel yardımıyla verilen bir dairenin alanına eşit bir kare çizilemez.”
Kısaca dairenin kareleştirilmesi olarak bilinen bu sorun, Antik Dünyanın ve Orta Çağın matematikçilerini uzun süre uğraştırmıştı ve çözümü için yepyeni kavramlarla cebirin teşrif etmesi gerekmişti. Ve ben onu anlıyordum. Mucize gibi bir şeydi bu. Bütün bir dönem boyunca yapılan bütün ispatlar işte bu cümlenin doğruluğunu kanıtlamak içindi. O ana kadar öğrendiğimiz her şey zihnimde birleşiverdi. Bu basit cümlenin altında koskoca bir mantık silsilesi yatıyordu. Ağdaki herhangi bir düğümün çekilmesinin ağın her noktasını harekete geçirmesi gibi, matematik de evreni saran gizli yapıları inceliyordu. Matematik bu yapının zihnimizdeki modeliydi. Bütün bunları düşünürken bir çeşit huşu içindeydim. Formüller gözümün önünde dans ediyor ve “işte biz bunun için varız. Her şey birbiriyle bağlantılı ve evreni ayakta tutan şey de bu,” diyorlardı. Huşu duygusu geçtikten sonra saate baktım ve on dakikadan fazla zaman geçtiğini gördüm. Ama ben on dakikayı sadece bir saniye gibi yaşamıştım. Her şey o bir saniyenin içinde olup bitmişti.
Matematikçilerin çok dalgın insanlar oldukları söylenir. Yine matematikçiler arasında yaygın olan bir kanıya göre, gerçek matematikle uğraşan insan başka bir şeyle ilgilenmek istemez. Bunun nedeni, onu kavramanın verdiği haz duygusudur. İşte çözdüğü probleme karşılık vaat edilen bir milyon doları almaya tenezzül etmeyen Grigory Perelman, işte ömrü boyunca kazandığı bütün ödülleri ve maaşının tamamını hiç tanımadığı insanlara ve öğrencilere bağışlayan çağımızın en büyük dâhisi Paul Erdös… Erdös, bir insan için bavula sığandan daha fazla eşyanın gereksiz olduğunu söylemiştir. Kendisininki bundan bile azdı.
Elbette bilimkurgu da bir çeşit zihin oyunudur ve sadece olanı değil, olabilecek olanı da tasvir eder.
Tıpkı matematik gibi…
Kaynak:Buradan ulaşabilirsiniz.